Küserek Batı Dünyasındaki İslamofobi’yi Yıkmak Mümkün Değil

Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un İstanbul Aydın Üniversitesi Uygulama Dergisi 20. sayısında yayınlanan “Küserek Batı Dünyasındaki İslamofobi’yi Yıkmak Mümkün Değil” başlıklı röportajın metnidir. Kaynak için tıklayınız.

For English, click here.


KÜSEREK BATI DÜNYASINDAKİ İSLAMOFOBİ’Yİ YIKMAK MÜMKÜN DEĞİL

Röportaj: Melike ÇAPAN

Vatikan Büyükelçiliği göreviyle daha yakın tanıdığımız Kenan Gürsoy, Felsefenin önemli isimleri arasında yer alıyor. Bilimsel alanda yaptığı çalışmalarının yanı sıra asıl imzasını ince duruşu ve beyefendiliğiyle atıyor zihnimize. Bugünlerde İstanbul Aydın Üniversitesi’nde yeniden öğrencilerle buluşan Gürsoy; Vatikan’ı, Batı’daki islamofobi algısını Aydın Dergi’ye anlattı.


Akademisyenlikten büyükelçiliğe geçişiniz nasıl oldu? Yanlış bilmiyorsak gelenek dışı bir atamayla büyükelçi oldunuz. 

Gelenek dışı bir atama oldu ve çok alışık değildi Dışişleri Bakanlığı dışarıdan bir büyükelçinin atanmasına. Gerçi tarihte zaman zaman örnekleri de var; mesela edebiyatçılarımızdan, valilerimizden, üst rütbeli ordu mensuplarımızdan büyükelçi olarak atamalar yapılmış. Bunların arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Fahrettin Kerim Gökay, Fahri Korutürk gibi ünlü isimler de var. Elbette bu, benim için beklenmeyen bir şeydi. Bir televizyon programım vardı ona yetişmeye çalışırken, telefon çaldı ve şim- diki Başbakanımız o dönemin Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu; “Vatikan büyükelçimiz olarak sizi düşünüyoruz, kabul eder misiniz?” diye sordu. “Ben bir düşüneyim, hayırlısı olsun.” dedim ama ertesi gün basında böyle bir atama haberi birden bire çıkıverdi. Benden sonra dışarıdan başka büyükelçiler de oldu. Galiba ben bunların içinde son dönemin ilk ataması idim.

Vatikan benim konumun içine şöyle giriyor: Ben Fel- sefe Profesörüyüm. Felsefede de etik yapıyorum. Eti- ğin içinde de son 15 yıldan beri “Dinler arası etik na- sıl olabilir?” biçiminde temel bir sorum var. Bununla alakalı pek çok toplantıya katılmıştım, yurt içi ve yurt dışı pek çok konferans ve seminerlerim olmuştu. Bu dikkat çekmiş olmalı ve bu mahiyette bir büyükelçi atamak istemiş Devletimiz.

Sizin bu görevi kabul etmenizdeki en önemli etken neydi?
Elbette bir bilim ve felsefe adamı için o zamana kadar farklı gördüğünüz bir kültür ve iman alanının fikri te- mellerini anlamak, o dünya ile temas kurmak ve bir şekilde onunla kültürel diplomasi oluşturmak fevka- lade önemli. Ayrıca orası sadece bir dışişleri kurumu ve de bir dini makam değil, birçok üniversiteyi içine alan önemli bir akademik ortam. Dünyadaki tüm üni- versitelerle temas imkânı sağlıyor. Sadece Roma’da 25-30 tane kadar Katolik üniversitesi var. Bunlar son derecede üst mertebede eğitim-öğretim veriyorlar ve buna uygun bir formasyona sahip akademisyenler tarafından idare ediliyorlar. Bu temaslar bizim için önemli. Sadece devletlerarası ya da akademiler arası temas olarak değil ama kişisel olarak benim için de bu teması sağlamış olmak önemliydi. Bir de dünya barış politikasına katkıda bulunmak istiyorsunuz bir etik felsefeci olarak. Vatikan kendisini Katolik dünyasının geneli için, böyle bir barış kurumu olarak ifade ediyor. Ayrıca sadece Katolik dünyası için bütün bir Hristiyan dünyası için bir barış kurumu olarak değerlendiriliyor.

Yine benim için cazip olan araştırmalardan, bir az önce dile getirdiğim gibi etik araştırmalarıdır. Dünyanın hiçbir devleti doğrudan doğruya bu kadar etiğin içinde değil. Söz gelimi, tıbbi genetik mühendisliğinin doğurduğu veya neden olabileceği pek çok etik sorunları; insanların yaşamlarıyla ilgili olarak bilimsel gelişmelerin neden olmuş olabileceği bir takım etik sorunları doğrudan doğruya ele alan, eğer devlet diyeceksek bu kadar kapsamlı bu konunun içerisinde yer alan başka Devlet yok.

Vatikan’ın İtalya üzerinde ve üniversiteler üzerinde bir etkisi var mı? Bu etkinin derecesi nedir?
Var tabi. Bütün Katolik dünyası üzerinde etkisi var. İtalya, kültürü ve etik yaşayışı itibariyle Vatikan’la alış- veriş halinde. Ayrıca sadece İtalya için değil bütün Ka- tolik ülkeleri için Vatikan öyle bir otorite ki görüşleri mutlaka kale alınıyor. Yani ona karşı olmak gibi bir riski göze alamıyorlar. Tanıdığım ikinci Papa (Papa Francesco) daha 3 sene olmadı atanalı. O zaman he- nüz birinci senesindeydi. Atanmasının birinci yılının sonunda şunu öğrendik ki dünyadaki 75 hükümet ya da devlet başkanı kendisiyle konuşmak için randevu talebinde bulunmuşlar. Bu 75 ülkenin dünyanın en önemli ülkeleri olduğunu düşünecek olursak çok bü- yük bir prestij söz konusu. Söyleyebileceği herhangi bir şey, dünyanın barış politikalarına ilişkin yapabile- ceği herhangi bir değerlendirme, dindarlıkla ilgili ifade edebileceği herhangi bir görüş ister istemez kamuoyu tarafından dikkatle izleniyor ve siyasi otoriteler de, bu görüşleri kale almadan hareket etmek istemiyor. Demek ki, Makam yüksek bir önemi haiz.

Bu otoriteyi nasıl açıklayabiliriz? Yeni değil geçmişten gelen bir güç.
Bu gelenek 2000 yıldan beri var olan bir gelenektir. Devletler siyasetine etkisi de 1700 yıldan beri. Yani M.S 4’üncü yüzyılın başından beri Vatikan Batı Ki- lisesi olarak ya da Hristiyanlığı temsil eden Temel bir Makam olarak dünya politikasını etkilemiştir. Dışişle- ri protokol kurallarının bile büyük bir kısmı Vatikan dışişleri kurallarının etkisiyle oluşturulmuştur. Biz de Osmanlı İmparatorluğu olarak iyi ilişkiler içerisin- de olmayı istemişiz, özellikle 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren. Nitekim Üniversitemizin değerli bilim adamlarından öğretim görevlimiz Rinaldo Mar- mara’nın yapmış olduğu araştırmalardan da öğrenmiş oluyoruz ki, Osmanlı İmparatorluğu, 20’inci yüzyılın başında Papalık nezdinde (o zaman henüz devlet de- ğil), bir temsilcilik açmak istemiş. Ayrıca pek çok ve- sile ile anlıyoruz ki bir şekilde Vatikan’ın yorumlarına değer verilmeksizin dünya politikasını tam olarak ele almış olmak mümkün değildir.

Son dönemlerde Ortadoğu’da cereyan eden pek çok olayda Vatikan’ın değerlendirmeleri, bu bölgelerde yaşayan Hıristiyanların sözcülüğü adına da düşünül- müş oldu. Hatta 2012 de Amerika’nın başı çektiği Suriye’ye bir müdahale gündeme geldiğinde, bu ülke- lerindeki Hıristiyanların konumuyla alakalı görüşleri Batı ülkelerinin politikaları bakımından da belirleyici rol oynadı.

Papa’nın bize yönelik söylemlerine dönersek, sözde Ermeni Soykırımı’na dair söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Vatikan’ı tanıyan pek çok insan da aynı şeyi söyleye- cektir: Bu Vatikan’ın genel politikası değil. Çünkü bu- güne kadar böyle bir tavırları olmadı. İster istemez, din benzerliği, ya da birliği ile ilgili olduğu için, hassastır- lar. Katolik ve Gregoryen Ermenilerin problemlerine bütün dünya çerçevesinde Vatikan’ın daha büyük bir ilgisi vardır. Evet bu, bir şekilde anlaşılabilir, ama po- litika olarak böyle bir iddianın iddia da olmaktan çı- karak kesin bir gerçekmiş gibi değerlendirmesi ilk defa oldu. Daha evvel hassasiyetleri belirleyici mahiyette bir iki jest olmuştu, ama bu bir ilktir. Nitekim Büyü- kelçimiz de bu olaydan sonra istişarelerde bulunmak üzere geri çağrılmıştır ve henüz dönmemiştir.

Biz her seferinde Vatikan’ı Türkiye Cumhuriyeti Dev- leti olarak bir barış ortamı niteliğinde gördük. İtilaflar söz konusu olduğunda tavır almayan fakat o itilafın giderilmesi için çaba sarf eden, yollarını açan, anlaşma zeminlerini oluşturan bir makam olarak telakki ettik. Buradan hareketle de özellikle birinci Dünya Sava- şı’nda Türkiye’de Türk insanını yaşamış olduğu prob- lemlerle ilgili hassasiyetini ileri sürmesi gerekirdi diye düşündük. 1860’lardan itibaren Kafkasya’dan gelen göçler dolayısıyla Rusya’nın eski Müslüman ahalisinin ne büyük sıkıntılar çektiği söz konusu olabilirdi. On- ların acılarını ifade eden görüşler ileri sürebilirdi. Bi- zim Rumeli göçlerimiz sırasında uğramış olduğumuz bozgun, katliamlara karşı hassas olabilirlerdi ve bu ha- diselerde de tam da Birinci Dünya Savaşı içinde oluş- muş olan hadiselerdir. İki tarafı da dinleme büyüklü- ğünü gösterebilirlerdi. Bu olmamıştır ve tek taraflı bir telkinin yani Ermeni diasporası tarafında yapılan bir telkinin uzantısında değerlendirmeler yapılmıştır. Ko- nuşmasında bizim çektiğimiz çilelerle ilgili en ufak bir ifade yoktur.

İki papa gördünüz. İki papa arasında Vatikan ve dış politika üzerinde hangisi daha ılımlıydı?

Vatikan politikaları, Vatikan’ın diğer dinlere ve kültürlere bakışları, dünya politikasında uygulamak istediği barış siyaseti daima 1960’larda yapılan II. Vatikan Konsili’nin temel görüşlerine bağlıdır. Ayrıca bir parantez olarak söyleyelim ki, bu Konsil uzun yıllar İstanbul’da Papalık Temsilcisi olarak yaşamış bulunan 23’üncü Jean tarafından ihdas etmiştir ve çok büyük değişikliklere neden olmuştur. Karşılaştığım ilk Papa olan 16’ın Benedict düzenci bir insandı. Yani 2. Jean Paul döneminde hafifçe rahatlamış olan yapı daha bir düzene sokulmaya çalışıldı. Bu, diyelim ki Hıristiyan hukukunun daha iyi uygulanması için bir değerlendir- meyi gerektirdi. Diyalog dediğimiz dinler arası açılım yine söz konusuydu ama bu, biraz ikinci plana atılmak üzereydi. Türkiye seyahati bu hafife almaya engel oldu. Barış politikalarına devam etti belki de içinden geldiği Alman toplumunun sistematik ruhu onda hakimdi.

Ben kendisiyle iyi bir münasebet kurduğumu söyleyebilirim. Çünkü o da felsefeciydi. Gerçi Müslümanlarla alakalı söylemiş olduğu sözler bizlerde bir takım alınganlıklar oluşturdu ama daha sonra bunları bir şekilde tamir etmeye çalıştı. Kilisenin içinde bulunduğu bazı problemlerin üzerine gitti. Bunların başında pedofili skandallar var. Ondan evvelki papaların üzerine git- mediği kadar ve hadiselerin içinde cereyan etmiş olduğu devletlerle iş birliği yaptı. Ayrıca bir takım istismarların ve yolsuzlukların olduğu ortaya çıktı. Bunların üzerine de gitti. Fakat kendi ifadesiyle söyleyeyim “artık yaşım ve sıhhatim bunları götürmeye elverişli değil” dedi. 11 Şubatta bir toplantının sonunda herkesi çok şaşırtan o kararını verdiğini açıkladı. Bu 800 yıl son- ra yapılan ilk emekliye ayrılma hadisesidir. Papa’nın modern olduğunu düşünüyorum bu noktada. Kendi çerçevesinde imkansızlıklarını, gücünün sınırını görmüştür ve kendini emekli etmiştir.

İkinci Papaya gelince tabii aynı çizginin üzerinde ama daha serbest, mütevazi, gösterişsiz; bindiği arabadan giydiği kıyafete kadar. Ayinlerin sürelerinin kısaltıl- masından geniş hak kitlelerini kucaklamaya kadar va- ran çok farklı bir iradesi oldu. Kendini sempatikliği ile dünya siyaseti ortamında o kadar kabul ettirdi ki birin- ci senesinin sonunda 75 ülke ya da devlet başkanının kendisinden randevu talep etmiş olduğunu öğrendik. Yani dünyada iyi bir imaj oluşturdu. Kendisi o güne kadar zihniyet bakımından hüküm süren Avrupa Ka- tolisizminin dışında bir insandı; Güney Amerika’dan geliyordu. Güney Amerika’da sosyal problemleri daha çok ele alan, bir dindarlık söz konusu.

Papa Francesco hakkında geçmişine dair birçok şey çıktı, Güney Amerikalı olması çok ilgi gördü, basın bunun üzerine çok düştü. Vatikan içerisinde bütün bunlara karşı bir tepki oluştu mu?

Şunu söyleyeyim ki siz bir dini hiyerarşinin içindesi- niz. Bunu, Vatikan’ın kendisi için, oradaki insanlar bakımından söylüyorum. Bir tür dini anlamda farklı bir hiyerarşinin içindesiniz. Aleni olarak dışarıya aksedecek şekilde Vatikan’a ait hiçbir rahip, piskopos, kar- dinal bir kere seçim yapıldı mı Papayı eleştirme hak- kına sahip değildir. Mümin Katolikler de aynı saygıyı göstermekle mükelleftirler. Tartışılmaz demeyeyim, hafif renklerde oynama olabilir ya da içeride ne cereyan ettiğini hiçbir zaman bilemezsiniz. Şunu da söyleyeyim; Papalık seçimlerinde şunu gözlemledik, oku- duğumuz, araştırdığımız zaman hep bunu görüyoruz; içinden geçilmekte olan tarihsel dönem yoğun olarak hangi problemlerle uğraşılıyorsa, Papalar o alanda etkin olabileceği düşünülerek seçilirler. Son papanın seçiminde de sanıyorum insanların daha geniş olarak kucaklanması gerektiği, Avrupa ve Avrupacı bir Katolikliğin artık çok elitist kaldığı bir dönemde, bu kucaklayıcılık açısından rol oynayabileceği düşüncesiyle karar verildi. Hatırlayacaksınız belki takip etmişseniz, çok hoş bir söz söyleyerek papalığın ilk selamlama balkonuna çıktı ve şunu söyledi; “Arkadaşlarım bir şekilde dünyanın öbür ucundan beni seçip getirdi- ler, şimdi sizin önünüzde eğiliyorum benim için dua edin”. Bu önemli bir tevazu hareketidir ve aldığı isimle de çok ahenklidir. Çünkü Frencesco ismini aldı, bu on üçüncü yüzyıl başlarında vefat etmiş bulunan Aziz Frencesco’nun ismidir ve onun karakterine benzer bir politika uygulayacak olduğunu ifade etmek bu ad tercih edilmiştir.

Şunu diyebiliriz o zaman; papadan papaya değişen bir siyaset ve dış politika var.

Yani, çok hafif değişiklikler olabilir. Biraz fazla süratli gittiğiniz zaman hafifçe direksiyonu sağa-sola kırmak gibi. O tarz değişiklikler olabilir ama genel politikada hiç olmuyor, iki yüz atmış küsur papa geçti ve bunlar birbirinin halefi ve selefidir.

İslamofobi konusuna döneceğim ama papanın İslamofobi üzerindeki etkisini de merak ediyorum. İslamofobi konusu çok yeni bir konu değil, IŞİD ile var olmadı. Ezelden beri özellikle Avrupa’da var olan bir sorun. Burada papaların bunların üzerindeki tavrı ve genel olarak Avrupa’daki İslamofobi algısıyla ilgili düşünceleri-nizi sormak istiyorum.

Vatikan İkinci Vatikan Konsili’nden itibar, din olarak belki değil ama, dindarlık olarak tanımış olduğu Müslümanlık ve Müslümanlarla iyi münasebetler içinde bulunmayı istiyor. Her seferinde Müslümanların kendilerini iyi anlatabilmelerinin gerekli olduğunu ve bunun için istenilen imkanın da kendilerine verilmesinin anlamlı olduğunu söylüyor. Ben kendi temaslarım çerçevesinde çok sayıda insanla tanıştım, onlarla görüşmelerim oldu, diyaloglarım oldu, her seferinde doğru anlaşılmış bir İslamı, Batıda da, Avrupa’da da nasıl takdim edebiliriz sorusu onların da meselesiydi, onların da endişesiydi. Vatikan’da bulunan diğer ülke temsilcilerinden çok daha fazla kültürel etkinlik yap- tım. Bu kültürel etkinliklerin aşağı yukarı tamamı geleneksel sanatlar, kendi İslami bakış açılarımız, İslam tasavvufu, felsefeyle alakalıydı. Hepsinde de destek gördüm ve katılım gördüm. Demek ki kendi inanç bölgelerinde olan bu insanların bu tarz düşmanlık kokan hareketlerde bulunduklarına ilişkin, hiçbir resmi politikalarına şahid olmadım.

Avrupa’daki ve Batıdaki İslamofobi’ye gelince, bu maalesef bir olgudur, üzerinde çok durulması gereken bir olgudur. Biliyorsunuz Müslümanlara bir şekilde sal- dırıda bulunuluyor, evleri yakılıyor, inançlarıyla dalga geçiliyor. Hz. Peygamber ile alakalı karikatürler çıkarı- lıyor Kışkırtılıyor bir şekilde halk. Bu kışkırtma kendi halkının dışında veya kendi devletinin içinde yaşayan Müslümanlar oluyor. Bu kışkırtmalar ve Batının öte- kileştirme politikaları da hiçbir zaman son bulmuyor. Kendi aralarına almayışları, onlara yeterince eğitim vermeyişleri, onların kendi kültürleri içerisinde yete- rince iyi yetişmelerinin sağlanamaması, diyalogların oluşturulmamış olması İslamofobi’nin artmasında çok büyük rol oynuyor. Üzerinde mutlaka durulması gere- ken ve Türkiye akademisyenleri, bilim adamları, siyaset adamları olarak faal olmamız gereken bir alan bu.

Vatikan’dan bahsettik, Vatikan daima Türkiye’nin daima bir köprü ya da geçiş bölgesi olması gerektiğini, orada yeni bir dil oluşması gerektiğini bu dil üzerinde Müslümanların kendilerini taktim etmelerinin doğru olabileceğini savunmuştur.

Son zamanlardaki olaylara baktığımızda, IŞİD diye bir terör örgütü var.
Bu çok doğru, bu onlardan mı kaynaklıyor yoksa biz de Ortadoğu ülkelerinde oluşan bu siyasetle ve göç eden insanların çektiği sıkıntılar dolayısıyla sergiledik- leri o hallerle bunu oluşturuyor değil miyiz? Demek ki konu tek taraflı değil. Israrla diyaloğa açık olmayan, şekilci, dışarıya kapalı olan bir İslam oluşturduğumuz da gündeme getirilebilir.

İslamofobi’nin dışında Antisemitizm de var. O da İslamofobi kadar yaygınlaşıyor beraberinde de ırkçılığı ve ötekileştirmeyi getiriyor.

Zaten biliyorsunuz başlangıçtan itibaren, yüzyıllarca sürmüş olan bir süreç çerçevesinde bakıldığında öte- kileştirmenin en önemli muhatabı daha çok Yahudi- lerdir. Çünkü Hristiyanlık dininden de kaynaklanan bir takım temelleri var bu işin. Ama batının bir başka durumu daha var; değerleri çok kategorileştirerek ele almak gibi.. Zihniyet bakımından da değerler siste- matiği bakımında da farklı olanı zorlukla içine alan bir yapıdır bu. Üstelik de bu siyasette de ekonomide etkili olmaya başlamışsa burada bir sıkıntı vardır. Di- yalogu ret ettiğiniz sürece, kültür olarak kendi içinize kapandığınız sürece farklılıklarla birlikte yaşamayı ret ettiğiniz sürece bu sizin de başınıza gelebilir. Muhak- kak ki batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların, yine kendilerini korumak adına bir kapalı toplum oluştur- ma ihtiyaçları olmuştur. Burada batının da yardımını almamışlardır, kendilerine doğru açılanabilmesi Ama yine de bizim kabahatlerimiz bu imajın oluşturulması konusunda çok fazladır. Bu imajın düzeltilmesine ih- tiyacımız var. Müslümanlardan bahsediyorsak onların üzerinde ikili olarak tanımladığımız bir görev vardır; biri temsil diğeri tebliğ etmek. Temsil, dinin öğrettik- lerini doğru yaşamak. Tebliğ etmek, bunu başkalarına hissettirerek, bildirerek yaşamak. Dolayısıyla mecburi olarak bu sempatiyi kendi adımıza oluşturmak mecbu- riyetindeyiz. Bu algıyı yıkmak için de bize düşen şeyler var.

Bu algıyı yıkmak için neler yapabiliriz?

Bir kere dünyanın bir bütün, beraber yaşama mecburiyetinde olduğumuzu kabul edelim. Ötekinin ken- dimizden hareketle nasıl anlayacağımızı ve nasıl kucaklayacağımızı bilelim. Kendi kültürel değerlerimize, kendi şahsiyetimize, haysiyetimize mümkün olduğu kadar bağlı kalalım; fakat bu şahsiyetliliği etrafı diğer- lerini de kucaklamak adına da oluşturalım. Bizdeki temel değerler, Avrupa’nın kendi adına, Batının kendi adına kabul ettiği değerlerden farklı değil ki hatta belki de çok daha nüanslı, üstün tarafları da olabilir. Misafirperverlikten hareket edip toplumsal dayanışmaya, yaşlıların bakımından çocuklara gösterilen şefkate kadar birlikte yaşama tecrübesini yüzyıllardan beri tatbik edegeldiğimiz bir gerçek. Bunları tekrar hatırlamak ve gündemde tutmak bizim için görev olmalı. Biraz evvel de söyledim; kendimizi tanıyarak, kendi şahsiyetimizle bütünleşerek, kendimizi taktim ettiğimiz zaman inan- dırıcı oluyoruz. Ve bu kültürün batı dünyasına güzel şeyler yaşamak adına pek çok teklifi olabilir. Bu teklif- leri hatırlayalım, ben büyükelçi olarak katkıda bulunduğum kültürel faaliyetlerin arka planındaki değerler sistematiğini ve felsefeyi açıkladığımda her zaman ama her zaman ilgi gördüm. Bir yaptık, on aldık. Yeter ki bunu temsil edin. Yani küserek, hatta küskünlükten daha da öteye giderek düşmanlaşarak batı dünyasında, bu İslamofobi’yi yenmemiz mümkün değildir. Dünya beraber yaşamaya doğru gidiyor, birlikte yaşayacağımız o değerleri hatırlayarak ve yine kendimizden hareketle tazelemek mecburiyetindeyiz.

Tekrardan eğitim hayatına döndünüz. Uzun bir süre İtalya’da yaşadınız, Türkiye’ye döndünüz. Yeni karşılaştığınız nesli nasıl buluyorsunuz, bilinçli bir gençlik görüyor musunuz karışınızda?

Gitmeden evvel, tam 6 sene önce, ben Dekanlıktan ve Galatasaray Üniversitesi’ndeki Felsefe bölümü başkanlığından ayrılarak gittim, Üniversite dolayısıyla gençlerle iç içeydim. Şimdi de çok modern, çok yeni, farklı ilgileri olan bir üniversitedeyim, çok da memnunum. Bu ortamı hazırlayanlar için de müteşekkirim. Ben bu altı sene sonra tekrar öğrencilerle beraberliğe döndüğümde aynı heyecanı yeniden yakaladım. Fay- dalı olduğunu düşünüyorum bu sürenin. Benim vere- ceklerim olduğu kadar burada bulduğum öğrencilerin de bana kazandıracakları var. En azından gençlerin o dinamizmi bir takım yeni sorular sormaya onları teşvik ediyor. Bu da heyecanın benim bırakmış oldu- ğumdan daha fazla ve her şeye rağmen devam ettiğini gösteriyor.