Kenan Gürsoy’la – Dertli Dolap / Ağustos 2009

Prof. Dr. Kenan Gürsoy ile yapılan bu mülakat Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8 [2007], sayı: 19-dan alınmıştır.  Alıntının yapıldığı Dertli Dolap Mecmuası dijital kanyakları için tıklayınız. (1. Bölüm, 2. Bölüm, 3. Bölüm)


Rıza Tekin UĞUREL

Muhterem Hocam, öncelikle röportaj yapma önerimizi kabul edip bu fırsatı bize sağladığınız için arkadaşlarımız adına size kalbî teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Tasav-vuf dergisi adına yaptığımız röportajlara genellikle misafirimizin kısa hayat hikâyesiy-le başlıyoruz. Soyunuzun kökeni, doğum yeriniz ve aileniz hakkında bilgi verir misiniz? Mesela, soyunuzun bir yönden büyük Türk mütefekkiri ve sûfîsi Cemaleddin Aksarayî’ye dayandığı söyleniyor.

Tabii Anadolu’dan evvel, herhalde Orta Asya’dan gelen bir soy olduğunu söyleyebiliriz. Sanıyorum Rey şehrinden geli-yorlar, zira büyük mütefekkir Razi ile aynı şehirden oldukları biliniyor. Cemaleddin Aksarayî benim babaannemin soyudur. Aksarayî hakkında yakın zama-na kadar, ailenin kendi içindeki hatıralarından ya da bir şekilde Aksaray’da yürürlükte olan ve bizim bu gün kendisi hakkında duyduklarımızdan başka bir şey yoktu. Ama yakın zamanda onun üzerinde çalışanlar olmaya başladı. Özellikle yurt dışında, Hindistan’dan veya Pakis-tan’dan başlayarak bu çalışmaların yapıldığını duyuyoruz. Ayrıca Galatasaray Üniversitesine geçmeden önce, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde olduğum sırada beraber çalıştığım bazı bilim tarihçileri de özellikle Cemaleddin Aksarayî’ye olan hayranlıklarını ifade ederlerdi. 90’lı yılların başında, aile ola-rak acaba Aksarayî üzerinde bir çalışma yapabilir miyiz diye düşünerek, Hasan Şükrü Perek Vakfı’yla ve İstanbul’daki akrabalarımızın da bir anlamda deste-ğiyle, bizlerin de akademik anlamda seferber olduğumuz bir bilimsel çalışma faaliyetine başladık. İlk olarak bir sempozyum düzenledik, sonra bir ikincisini yaptık ve bu bir şekilde bizim zihinlerimizde devam etti. Çok değerli bilim adamları ağabeylerimiz, kardeşlerimiz, arkadaşlarımızla çalıştık. Biz iki şeyi araştırdık: Birincisi, Cemalî ailesini. Sanıyorum vakıf dağılmasın diye aile kendi içinde, uzak da olsa bir şekilde aynı sülaleden olan insanlar bir araya gelmişler ve Cemalî Ailesi doğmuş. İkincisi, Cemaleddin Aksarayî hem bilim dünyamız itibariyle, hem düşünce dünyamız itibariyle, hem siyasi tarihimiz itibariyle (çünkü kadılığı da var) hem de tasavvufi tarihimiz itibariyle incelendi. Halen, pek çok akrabamız gibi, babaannem de onun kabrinin bulunduğu hazirede ve gittiğimiz zaman da ziyaret ediyoruz.
Önemli bir aile olduğunu düşünüyorum. Çünkü iki kol var: Bunlardan bir tanesi Aksaray’da kalmış. Onlardan, hem ekonomik anlamda, hem de ilim irfan anlamında hâkim olmuş insanlar çıkmış. Bu aşağı yukarı son dönemlere kadar yani 1900’lerin başlarına kadar, klasik tarzda geliyor. Bu tarzın değiştiği an, Türkiye’deki inkılâbın yapılmış olduğu zamandır. Bu inkılâbın da kısmen ka-tıldıkları, kısmen dudak büktükleri tarafları var. Bunu tırnak içinde söylüyo-rum; başlangıçta bazı şeyleri anlamamış ya da gelenek ağır basmış olabilir. Fakat özellikle inkılâp doğrultusunda hareket edip Aksaray’dan çıkıp etkin olma-ya başlamış insanlar var. Dört amcam millî mücadeleye katılmış. Bunlardan biri (en büyüğü olan Rıfat Gürsoy) daha sonra Niğde milletvekili olacak ve üst makamlarda görev yapacaktır.
Babam, 1928 yılında Aksaray’dan çıkmış, Ankara’ya gelmiş. Burada liseyi bitirmiş, hemen ardından Hukuk Fakültesini okumuş. Hukuk Fakültesini bitir-dikten hemen sonra, demek ki 1930’lu yıllarda, Türkiye’nin yurt dışına gön-derdiği ilk doktora öğrencilerden biri olarak Belçika’ da tahsile gitmiş ve dokto-rasını orda bitirerek yurda dönmüş. Ankara Üniversitesi’nde Medenî hukuk profesörüydü ve bu kürsünün başındaydı. Demek ki ailenin ilme yatkın olan tarafı onlarda da kendisini gösteriyordu. Bu benim kendi daha yakın ailem için, ama diğer tarafta Aksaray’daki ailenin ilim sahasındaki devamlılığını da göz-lemliyoruz. Bir tarafta da Cemaleddin Aksarayî’nin soyu, bir ikinci koldan, Fatih’in İstanbul’u alışından hemen sonra, iskân edilmek üzere Anadolu’dan bu şehre getirilmiş. Cemalî ailesinin içinde vezirlik yapan pek çok insan var. Aşağı yukarı yüz yıl, özellikle Beyâzıd dönemi ve daha sonraki dönemlerde, çok etkili oluyorlar. Mesela bu önemli şahıslardan biri Cemaleddin’den geldiği ifade edi-lecek şekilde anılan Zembilli Ali Cemalî Efendi’dir. Biz Aksaray’da kalan guru-bun içindeniz ama halen bayramlarda İstanbul’da müşterek bir mekânda bir araya geliyoruz ve aile yeni bireylerini o şekilde tanımaya devam ediyor.
Kısacası, Cemaleddin Aksarayî tarafı, benim baba tarafım. Babam tam bir Mustafa Kemal neslidir. Kendisi, son derece Atatürk’e bağlı bir insandı. Bir şe-kilde içteki geleneksel terbiyeyi muhafaza ettiler. Bir şekilde de inkılâba katıldı-lar. Ben onlardan aldığım büyük bir dinamizmi kendi çerçevemde, ne kadar yansıtabilirsem o kadar, yansıtmaya çalışıyorum. Onlar çok çalışkan insanlardı ve kendilerini hürmetle anıyorum. Ancak ben daha çok anne tarafımdan etkilendim ve anne muhitinde yetiştim.

Bu durumda sorumuzu bir başka açıdan yeniden tekrar edelim. Zira baba tarafı-nızdan Cemaleddin Aksarayî’ye dayanan bir soyunuz olmakla birlikte biz biliyoruz ki, anne tarafınızdan Kenan Rifaî’nin torunusunuz. Değil mi?

Evet, beni asıl tanımlayan ve sanırım buraya davet edilmiş olmamı da temellendirecek olan keyfiyet budur. Yani tasavvufî muhitlerle alakam, anne tarafım dolayısıyladır. Annem, Osmanlı son dönem maarifçi ve mutasavvıflarından Kenan Rifaî’nin (soyadı: Büyükaksoy) kızıdır. Üç çocuğundan sonuncusudur. Ben de annemin küçük oğluyum. Kendilerinin de yedi torunundan en küçüğüyüm ve 7 Temmuzunda vefat ettiği 1950 yılının 29 Aralığında dünyaya gelmişim. Kendileri (o yıl doğacak olan); ‚İki torunum olacak. Kız olana Nazlı adını verin, oğlan olana da Kenan adını verirsiniz? demişler. Dolayısıyla bana bu ad kendilerinin emriyle verilmiş.
Kenan Rifaî’nin hayatından bahsedebilir misiniz?
Kenan Rifaî Hazretlerinin hayatıyla alakalı çok kısa bir bilgi vereyim. Kendileri, Hacı Hasan Bey’in torunu ve İstanbul’dan Filibe’ye göçmüş olan bir ailenin çocuğu olarak, babasının memuriyeti nedeniyle Selanik’te olduğu senelerde, orada dünyaya geliyor. Özellikle bunun altını çizmek istiyorum. Efendi kitabında kendilerinin Selanikli ve Sebataist olduğu ifade ediliyordu. Hiç bir alakası olmadığını söylemeliyim. Ayrıca benim bilmediğim bir şeyi bu efendi nasıl biliyor, onu da bilmiyorum.
Çok küçük yaştan itibaren Galatasaray Sultanîsi’ne gidiyor ve buradan 1885 yılında mezun oluyor. Bir müddet mülkiye ve hukuk gibi tahsillerde bulunduktan hemen sonra Balıkesir İdadîsi Müdürü olarak tayin ediliyor. Ardından, Adana Maarif Müdürlüğü’ne ve daha sonra da Rumeli’ye, şimdi Makedonya toprakları dâhilinde olan Manastır Maarif Müdürlüğüne, oradan da Trabzon Maarif Müdürlüğü’ne tayin ediliyor.
Kendilerinin Osmanlı dönemindeki ismi nedir?
Yer yer, Mehmet Kenan olarak tanınan Kenan Bey’in ismi Maarif Müdür-lüğü’nde Abdülhalim Kenan olarak geçiyor. Trabzon’dan sonra, 1900’lerin ba-şında Numune-i Terakki müdürü olarak İstanbul’a geliyor. Bu dönemde içinde duyduğu derin Peygamber aşkı sebebiyle Medine’ye gitmek istiyor. Duaları kabul oluyor ve Abdülhamit’in maarif reformları çerçevesinde Medine’de açılan İdadî-i Hamidî müdürlüğü kendilerine teklif ediliyor. Uzun müddet kaldığı Medine’de Hamza Rifaî Hazretlerinden icazet alıyor. Ama daha evvel, Fili-be’de, hem annesinin, hem de kendisinin intisab ettiği, Kâdirî şeyhi olarak da bilinen Ethem Efendiden dolayı Kâdîrî tarafı var.
Yanılmıyorsam Mehmet Zihni Efendi ile de bir akrabalığınız bulunmakta.
Mehmet Zihni Efendi, nenemizin yani anneannemin annesinin (ki ben o ninenin elinde doğmuşum) babasıdır.

Kenan Rifaî Hazretlerinin dergâhından bahsedebilir misiniz?

Evet, şu anda büyük babamın restore edilmiş bulunan Konağında oturmaya devam ediyoruz. Oturduğumuz bu Konağın yanında bulunan, 1925 yılında kapatılarak ve kendine mahsus bir konak haline getirilen mekân ise, Altay Dergâhıdır. Altay Dergâhı, Ümmü Kenan Dergâhı olarak da biliniyor. Planı değiştirmeden, bu binayı Cenan Vakfı olarak yeniden inşa ediyoruz.
Demek ki dergâh-ı şerif, restore ediliyor. Eski dekoruyla onu yeniden kazandıracağız inşallah. Elimizde kalan malzeme, eşya, levha her ne varsa onları da koymak suretiyle bir müze olarak açmayı ve kurmuş olduğumuz Cenan Vakfı’nın merkezi haline getirmeyi düşünüyoruz.
Cenan Vakfı hakkında biraz detaya girebilir miyiz?
Efendim bizim camiamız için fevkalade ehemmiyetli olan bir kadın şahsi-yet var ki, o da büyük babacığımın annesi. Onun ismi Cenan ve evimizin de ilk sahibesi. Dergâh-ı Şerif de konağın bahçesinde kurulduğunda Ümmü Kenan Dergâhı ifadesiyle onun adına oluşturulmuş. Bütün bu tedailer sebebiyle vakfımıza Cenan ismini verdik. Vakıf’ın mahiyetine gelince; acaba bugün için kendi çerçevemizde, dünyaya, insana, topluma hizmet edebilir miyiz diye düşündük ve bu bizi böyle bir vakfı kurmaya yöneltti. Aynı zamanda tasavvuf ve etik kültürümüzün evrensel boyutlarıyla tetkik edilip tanıtılmasına yardımcı olmak da yine vakfın amaçlarındandır. Onu tasavvufî sahada, tabi ki sizlerin de, tüm bu sahada çalışan insanların da katkısıyla, ama mahiyeti itibariyle dışarıya da yönelik olarak, farklı dünyalardan gelen insanların da istifade edebileceği bir yer olarak düşündük. Mesela, Hz. Muhammed’in doğum yıldönümü vesilesiyle bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilen uluslararası toplantılar tertib ettik. Bu çerçevede her yıl, ‚Dost ödülü? adı altında, yurt içinde ve yurt dışında Hz.Muhammed’in doğru bir şekilde tanıtılmasına hizmet eden eser sahiplerine ödüller veriyoruz. Bu ödül, 2005’de North Caroliana Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Carl W. Ernst’e ‚Following Muhammed? isimli eseriyle ta-savvuf ve eğitime yapmış olduğu katkılardan dolayı verildi. 2006’da ‚Hz. Muhammed’in Hayatı? isimli kitabı vesilesiyle Martin Lings’e (Ebubekir Siracüddin) ve ‚Peygamberimizin Şemaili? isimli kitabı vesilesiyle Prof. Dr. Ali Yardım’a verildi. Bu sene ise ‚Hz. Muhammed? isimli kitabı vesilesiyle Muhammed Hamidullah’a ve ‚Peygamber ilahileri? isimli kitabı vesilesiyle de Yusuf Ömürlü’ye verildi. Bu alanda Türk Kadınları kültür Derneği ile birlikte ça-lıştık.
Vakıflar burada insanı tanımlamıyor, vakıflar hizmeti tanımlıyor. Kubbealtı Akademisi de, Türk Kadınları Kültür Derneği de hep bunu yapıyor. Vakıflar bir hizmet sahasını kendilerine iştigal alanı olarak seçerler. Cenan Vakfı da böyle bir hizmet sahasındadır.

Hizmet denilince hemen Kubbealtı Akademisi’nin çok güzel bir faaliyetini hatırlıyoruz. Bir Türkçe sözlük çıkardılar. Bu çalışma hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?
Evet, İlhan Ayverdi Hanımefendi’nin muhteşem bir eseridir. Arkasındaki emek olarak muhteşem bir eserdir. İlhan Ayverdi hanımefendinin büyük emeğidir. Rahatsızlanmasına neden olacak kadar yoğun bir mesai ortaya koymuşlardır. Çalışmalarına hâlâ bir şekilde devam etmektedirler. Bir zihniyet değişimi söz konusu oldu bu noktada. 1970’li yılların başından itibaren hazırlanmaya başlandı ve üç cilt halinde çıktı. İşte bunlar işin vakıf tarafıyla alakalı hayır hizmetleri.
Eserlerden bahsederken, Kenan Rifaî Hazretlerinin Şerhli Mesnevi-i Şerif eserine ilişkin olarak bazı şeyler sorabilir miyiz? Mesela yanılmıyorsak eser Mesnevi’nin birinci cildinin şerhi. Neden yalnızca ilk cilt şerh edilmiş? Diğer ciltlerin yayınlanmamış şerhleri mevcut mu?
Öncelikle belirtmek gerekir ki bu çalışma, bir Mesnevî şerhi yazıyorum diye yazılmış olan bir şerh değil; kendilerinin Mesnevî takrirlerinin kayda geçi-rilip, daha sonradan bir şekilde tanzim edilip, neşre hazırlanıp basılmasıyla oluşmuş bir eserdir. Yine aynı şekilde kayda geçirilmiş olan takrirlerin devamı elimizde var, ancak defterler halinde. Tekrar aynı çalışma yapılacak olursa, ya-ni farklı defterlerdeki konuşmalar üzerine bir edisyon kritik yapılarak yeniden gözden geçirilirse belki bunlar da yayınlanabilir.
Ben bu birinci cilt hazırlanırken çocuktum ve Nihat Sami Banarlı, Samiha Ayverdi, Nezihe Araz, Safiye Erol’dan oluşan bir grup toplanır, doğru bir şekilde edisyon kritik çalışması yapılmak üzere bir çaba sarf edilirdi. Aynı tür bir çalışmanın bu şekilde bir gurup hâlinde gerçekleştirilmesi ya da bu işi götürebilecek bir şahsın bunu üzerine alması lazım.
Elinizdeki konuşma kayıtlarına bakılınca, Kenan Rifaî Hazretlerinin yapmış olduğu Mesnevi takrirleri, Mesnevi’nin ne kadarı diyebiliriz?
Çok büyük bir kısmı diyebilirsiniz. İnşallah Allah onu tamamlamayı nasîb etsin. Ayrıca şu anda Cenan Vakfı olarak neşredeceğimiz; büyükbabamın, Ahmet er-Rıfaî Hazretleri hakkında yazmış olduğu bir kitap da Mustafa Tahralı Hoca tarafından neşre hazırlandı. Fakat geçen sene haziran ayında, tam neşretmek üzereyken fark ettik ki; bu günün okuyucusu dilini anlayamayacak.
Bunun üzerine, bir tarafta metnin, Sayın Tahralı tarafından eski harflerden yeni harflere aktarılmış hâlini, diğer tarafta da bu günün okuyucusunun anlayabileceği şekilde sadeleştirilmiş hâlini neşretmeye karar verdik. Kendilerinin üslubuyla yazılmış olan zor fakat muhteva itibariyle de fevkalade zengin metnin sadeleştirilmesini, Sayın Dr. Müjgan Cunbur hocamız üstlendiler, şu an basılmak üzere inşallah.
Kenan Rifaî Hazretlerinin bilmediğimiz başka eserleri de var mı?
Ayrıca kitap olarak Sohbetler’i sayabiliriz. Bunlar, iki cilt hâlinde daha evvel neşredilmişti. Daha sonra Kubbealtı Kültür ve Sanat Akademisi tarafından tekrar neşredildi. O kitap da yine fark edebileceğiniz gibi, hem dergâhta huzur ya da selamlık dersleri olarak verilen derslerden, hem de evde çok küçük bir gu-ruba yapmış olduğu sohbetlerden derlenmiş olan bir eserdir. Dinleyenler ve katılanlar kaleme almışlardır. O dönem için çok büyük bir gayret olduğunu düşünüyorum. Hiç bir şey eksik bırakılmadan, defter defter kaydedilmiş. Bunlar elimizde mevcut. Aynı mecliste olan dört-beş ayrı kişi bunları yazmış. Bu metinler karşılaştırılıp, mukayese edilip, ondan sonra sohbetler olarak neşredilmiştir. Platon’un Diyalogları da bu şekilde düşünülebilir. Sohbet tarzının muhafaza edilmesi açısından bu tarz çalışmalar son derece önemlidir.
Bunların dışında eserleri de var. Bunlardan biri İlahiyat-ı Kenan’dır. Şu anda satışta olan bir kitaptır. İlahiyat-ı Kenan, onun şiirlerini ihtiva eder. Oradaki şiirlerinin % 70’i ya kendisi ya da öğrencileri tarafından bestelenmişlerdir. İlahiyat-ı Kenan’dan bazı ilâhileri Ahmet Özhan Beyin sesiyle Cenan Vakfı olarak neşrettik.
Kenan Rifaî Hazretlerinin Hayatına geri dönecek olursak Medine’de icazet aldıktan sonra hayatında neler değişiyor? İstanbul’a döndüğünde neler yapıyor?
Çok uzun süre kaldıkları Medine’den icazetle geliyorlar ve ortada mevcut bir dergâh yok. Yavaş yavaş, ilgi duyanlar, şu veya bu şekilde birkaç kişi intisab ediyor. Fakat bir dergâh kurmak ve bunu devam ettirmek gibi bir çabası olmamış. Şu anda oturmakta olduğumuz konağın alt katında, selamlıkta, arkadaşlarıyla toplanıyorlar. Orada tasavvufî mahiyette sohbetlerin yanı sıra entellektüel mahiyette farklı konuşmalar da yapılıyor. Devir meşrutiyet devri ve hepimizin de bildiği gibi meşrutiyet dönemi fikrî bakımından çok zengin bir dönemdir. Kenan Rifaî Hazretleri de, devrin entelektüel hayatının içinde. Arapçası ve Farsçası olduğu gibi fevkalade güzel Fransızcası var. Latince ve Yunanca biliyor ya da en azından bu diller hakkında iyi bir nosyon sahibi. Li-sana kabiliyeti olduğu biliniyor. Hatta galiba Çerkezce de biliyor. Daha sonra da, Rumca da öğrenmiş. Emekliliğinden sonra Rum mektebinde hocalık yapmış. O halde geniş de bir okuması var diyebiliriz.
Bu dönemde arkadaşlarıyla sohbet için toplandıklarını ifade etmiştim. Bu, ikinci meşrutiyet öncesi dönemdedir ve bilindiği gibi Sultan Abdülhamid’in sıkı bir takip politikası vardır. Buradaki toplantılar ittihatçı oldukları iddiasıyla Saraya bildiriliyor, eve bir baskın yapılıyor. Kendilerinin yazdığı ve henüz biti-rilmemiş iki kitabı alıyorlar. Bunlardan bir tanesi tercüme edilmiş bir eser, diğeri de pedagoji makaleleridir. O zaman için akademik seviyesi çok yüksek olan makaleler olduğunu biliyoruz. Elimizde notlar var fakat kitaplar yok. Bu hadiseden sonra, yanlış bir takım anlamlara neden olmamak için resmî olarak, aldığı icazet çerçevesinde, evinin bahçesine bir dergâh inşa ettiriyor. Gereken izinler alınıyor ve dergâh,1908 yılında Ümmü Kenan Dergâhı olarak, konağın bahçesinde açılıyor. Hatta tarih olarak belirlemek gerekirse; ikinci meşrutiyeti ilan eden toplarla, ilk âyini icra edenlerin seslerinin birbirine karıştığı söyleniyor.
Demek ki son açılan dergâhlardan bir tanesi. 1925 yılına kadar bildiğimiz tarzda geleneksel dergâhlarda nasıl bir işleyiş tarzı varsa burada da bu şekilde bir faaliyet oluyor. O dönemin yine entelektüel hayatı, ilmî hayatı, hatta dinî hayatı içinde yer alan pek çok insan, dergâhın misafiri oluyor. Hatta intisab ettikleri oluyor. Bunlar içinde yabancılar da var. Mesela misafirler içinde Süryani Patriği var. Daha sonra da intisab ettiği ve Müslüman olduğu söyleniyor. Yine devrin ulemasından büyük şahsiyetler de bunların arasında yer alıyor.
1925’te dergâhlar kapatıldığında, büyük babam bu karara hiç itiraz etmeden dergâhın kapısını kapatıyor. Aynı mekânı evin devamı olarak açıyor. Biz çocukluğumuzda, dekorda, yapıda, bu mekânın 1925’lere kadar bir dergâh olduğuna ilişkin hiç bir emare görmedik. O kadar ulu’l-emre itaat etmiş. Kapanırken de diyor ki: ‚Evet, İstanbul’da 300’ün üstünde dergâh var ama bunlardan pek azı müstesna, liyakat söz konusu değil?. Arkasından da şunu ilave ediyor: ‚Bir gün açılacaktır, ama akademi şeklinde açılacaktır.? Bu son söz, benim neslimi, yani kendisinden sonraki ikinci nesli, akademi sözcüğü dolayısıyla çok etkilemiştir. Yani bunun manasını anlayıp ne yapmamız gerektiği hususunda kendimizi çok sorgulamışızdır. Ama dergâhların kapatılmasıyla ilişkili tavrı itibariyle ne yaptığına bakarsak bunu buradan çıkarabiliriz diye düşünüyorum.
1925’ten sonra ise; zaten görevli olduğu maarif alanındaki vazifesine devam ediyor. Medine’den döndükten sonra Daru’ş-şafaka Lisesi Müdürlüğü’ne tayin edilmiştir ki, burası, oldukça önemli bir yerdir. 1925’e kadar hem bir dergâh şeyhi, hem de, Daru’ş-şafaka Lisesi Müdürü olarak çalışıyor. Demek ki bu iki fonksiyonu birbirine hiç karıştırmamış. Tam bir sivil ve devlet memuru olarak lisedeki görevini sürdürüyor; manevi vazifesi itibariyle de dergâhtaki görevini gerçekleştiriyor. O yıllarda Daru’ş-şafaka Lisesinden öğrencisi olanlar daha sonra; bizim kendilerine ilişkin malumatımızın içinde asla böyle bir bilgi yoktu, diyorlar. Bu iki vazifenin asla birbirine karıştırılmaması gerektiğinde ısrar edermiş. Cumhuriyetten sonraki dönemde, yani emekli olduktan sonra ise, özel bir mektep olan Rum mektebinde Edebiyat ve Fransızca dersleri vermiş ve hâlâ Fener Rum mektebinde hatıraları muhafaza ediliyor. O okula bir vesileyle gittiğimde en mümtaz şahsiyetlerin fotoğraflarının bulunduğu bir yerde O’nun da bir fotoğrafının bulunduğunu gördüm ve çok mütehassis oldum. Şu anda altmış yaşlarında olan ve kendisini görmüş olması mümkün olmayan okul müdürü, ‘siz o zatın torunu musunuz, biz ondan çok istifade etmişizdir?, dedi. Büyük ihtimalle çocukluğunda babası dolayısıyla tanımış olacak. Ona intikal eden, kendisine has böyle bir hürmet var. Beni en fazla memnun eden de, orada resmî anlamda bir öğretmen olmasına rağmen fotoğrafının altında Kenan Rifaî yazıyor olmasıdır. Kenan Büyükaksoy olarak görebilirdiniz ama Kenan Rifaî şeklinde yazılması o hürmeti, manevi anlamda da sakladıklarını ifade ediyor. Evet, hayatının demek ki neredeyse son zamanlarına kadar bu maarif görevini sürdürmüş.

Dergâhların kapatılmasından, yani 1925’ten, 1950 yılında vefatına kadar da evindeki sohbetler devam etmiş. Pek çok yazar, şair, edip, felsefeci üzerinde etkisi olmuştur. Bunların içinde tabi, çocuk yaşlarından itibaren çok yakın tale-besi olan Samiha Ayverdi var. Ekrem Hakkı Ayverdi’yi de, mesela Enis Behiç Koryürek’i de bunlar arasında sayılabiliriz. Nezihe Araz’ı da sayabiliriz. O da, kendi içindeki olumlu yöndeki farklılaşmasına ailemizin şahit olduğu bir şahsiyettir.
Talebeleri arasında Sofi Huri’nin de olduğunu biliyoruz. Kısaca ondan da bahsedebilir misiniz?
Sofi Huri’nin Süryani bir din adamının kızı olduğunu biliyoruz. Ancak biz hiçbir zaman hangi dinden olduğunu sorgulamadık.
Bu entelektüel bir muhit ve biz hâlâ büyük babamın öğrencileriyle görüş-meye devam ediyoruz. Onun hakkında hep; ‚elit bir zümreye hitap etmiştir, etrafında İstanbul’un kalburüstü şahsiyetleri bulunmaktadır, bir İstanbul Beyefendisi’dir? gibi ifadeler vardır. Lisan öğrenilmesini, felsefe yapılmasını, edebiyatla meşgul olunmasını ısrarla savunur ve bu tarafıyla bilinir. Fakat ailesinden biri olmak dolayısıyla bildiğim bir konu var ki o, her zümreden insanla hemhal olmuş olduğudur. Bu çok önemlidir ve biz hâlâ o insanlarla görüşüyoruz. Onların çocukları, torunları ile hâlâ ilişki içindeyiz. Bunlar çok farklı ekonomik sınıflara mensuplar, çok farklı mahallerden geliyorlar, çok farklı zihniyetlerin insanları gibi düşünülebilirler; ama bunların bir şekilde büyükbabamla münasebetleri olmuş. Mesela bir kere mutlaka mahalleyle iletişimi var. Fakiriyle, zenginiyle, gözü yaşlısıyla meşgul olmuş, eve gelip gidiyorlar. Yaşadığı farklı muhitlerde karşılaştığı, mesela hiç okuması yazması olmayan insanlarla ahbap olmuş. Yani, çok farklı seviyeden, çok farklı mahallerden, sosyal sınıflardan ahbabı, ihvanı, öğrencisi, muhibbi var. Böyle bir tarzı var. Biz üzerine düşündüğümüzde onun yapmak istediği asıl şeyin, böyle bir ahlakı, böyle bir bilgiyi yaygınlaştırmak olduğunu, yani manevi anlamda entelektüel hayatı mayalamak olduğunu düşünüyoruz. Mesela, kendisine en yakın olarak bildiğimiz öğrencilerinden biri, Semiha Cemal Hanımdır. Çok genç yaşında vefat etmiş olan Semiha Cemal, bizim bildiğimiz kadarıyla Türkiye’nin ilk felsefeci hanımefendisidir. Özellikle büyükbabamın desteği ve teşvikiyle, felsefe tahsili yapmıştır. ‘Felsefeyle tasavvuf bağdaşmaz’ diyenlere, burada, önemli bir ders vardır. Semiha Cemal’e özellikle, Platon, Mark Orel tercümeleri yaptırmıştır. İlk Platon tercümeleri, Semiha Cemal Hanım’ın tercümeleridir. Ve Mark Orel ‘den (Markus Orelyus’tan) tercüme edilen İlk eser, yine onun tercümesidir.
Semiha Cemal Hanım, Mustafa Şekip Tunç Bey’in asistanı olmuştur; fakat daha sonra tekrar maarifteki vazifesine dönmüş ve felsefe öğretmeni olarak çalışmıştır. Bütün bu eserlerin, tercümelerinin yanı sıra; Aşk Peygamberi ve Aşk adında iki romanı ve harikulade güzel mensur şiirlerden oluşan Gül Demeti adında bir eseri mevcuttur ve bu eserler üzerinde tasavvufi bir gözle değerlendirme yapılması son derece uygun olur.
Şimdi, neden Platon tercümesi yaptırdı; neden Markus Orelyus tercümesi yaptırdı, diye sorulabilir. Çünkü derin tefekkürü mümkün olduğu kadar doğuş noktasına yakın bir yerden ele aldırmak istiyordu. Yani orada ne olduğunu ve manevi anlamda bunu nasıl kendimize göre değerlendirebileceğimizi göster-mek istiyordu. Bu, bana çok dikkat edilmesi gereken bir husus gibi geliyor.
Yine terbiyesinde çok etkili olduğu Samiha Hanımefendi (Samiha Ayverdi) de aynı şekilde entelektüel anlamda çok iyi yetiştirilmiş bir insandır. Yine mesela dayım, iki üniversite bitirmiştir. Yani düşünün, 1920’lerdesiniz. Dayıma (Kâzım Büyükaksoy) bir taraftan ilahiyat tahsili yaptırmış, diğer taraftan eczacılık okutmuştur. Ayrıca onu musikide ve dînî sahada yetiştirmesi de bunların arasında ilave olarak sayılabilir. Yani tam böyle kâmil bir entelektüel insan tipi, fakat aynı zamanda maneviyat sahibi insan tipi oluşturmaya çalışmıştır. Bunun önemini bir şekilde anlayabiliyorsunuz, çünkü dönem, özellikle İstanbul’da, bir geçiş dönemidir. Geçiş dönemi ifadesini, hadiseyi çok müsbetleştirerek söyleyebiliyorum. Dönem, bir bozgun dönemidir. Bir taraftan modern dünya adına gelmesi gerekenler ki bunlar ilimde, tefekkürde, teknolojidedir; ama diğer bir taraftan da, siz kendinize yabancılaşmamak durumunda kalacaksınızdır. Bunu nasıl yapacaksınız? Kurum olarak bir şeylerde ısrar ederek değil. Bir köşeye kapanıp, içine kapalı bir cemiyet oluşturmakla da değil. Bunu, dönemin tefekkürü ile bütünleşerek, klasik anlamda gelenlerle, geleneksel mirasla, bunları bir şekilde uzlaştırarak ya da buluşturarak, bir başka mânâda; insanını ve tarihinin ruhunu kavratarak bunu yapacaksınız ki bana kalırsa bu çok isabetli olmuştur.
Herhalde “günün irfanı” meselesi de böyle anlaşılmalı, değil mi?
Elbette. Hem gelenekle, hem de dönemle mutlaka kucaklaşmak mecburiyetindesiniz. Kenan Rifaî, etrafında çok az insan dahi olsa, onların bu formasyonuna dikkat etmiştir. Öğrencilerini ise sohbet ortamında, her zaman onlarla ilişki halinde yetiştiriyor. Etrafında yetiştirmekle kendisini mükellef hissettiği insanların çok kalabalık olduğunu sanmıyorum, hatta saysanız 50-60’ı geçmeyecektir. Ama onların kalitesine çok dikkat etmiş. Çok iyi yetiştirmiş ve bu noktada da çok iyi meyveler almıştır.