Kenan Gürsoy Röportajı – Keşkül Dergisi / Mayıs 2010

Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un Keşkül Dergisi 9. Sayısında çıkan röportajdan alıntıdır.  Röportajın kaynağı için tıklayınız.


KENAN GÜRSOY, 1950 yılında Ankara’da doğdu. Orta öğrenimini Saint Benoit Fransız Erkek Lisesi’nde tamamladıktan sonra Fransız Hükümeti’nin vermiş olduğu bir bursla Fransa’ya gitti ve Rennes ve Paris-Sorbonne Üniversitelerinde felsefe alanında eğitim gördü. Yurda dönüşünden hemen sonra Atatürk Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde asistan oldu. 1979 yılında felsefe doktoru, 1983 yılında doçent, 1989 yılında profesör unvanlarını aldı. 1984 yılından itibaren Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde görev yapan Gürsoy, 1997 yılından beri Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi kadrosunda yer almaktadır ve hâlen bu üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanıdır. 

Daha çok etik (ahlâk felsefesi), dinler arası etik, tasavvuf ve ekzistans felsefesi gibi alanlarda çalışmalar yapan Gürsoy’un; Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı, Traduction et Commentaire de Maquamat al Awliya de Akşemseddin, Jean-Paul Sartre Ateizmin Doğurduğu Problemler, Ekzistans ve Felsefe Üzerine Görüşler, Maurice Merleau-Ponty’de İdrak Problemine Giriş adlı kitapları bulunmaktadır.

Tasavvuf her dönemde var olmuş, mânâsını korumuş ama zuhûratı değişmiş. Bugün tasavvuf nasıl zuhûr ediyor?

İslâm düşüncesi, İslâm tefekkürü ve İslâm’ın îmânî yaşayışı bir tevhide yöneliştir. İnsanın, bir de bilgi ile bütünleşen bir hayatı var. Îmânla şuurun bütünleşmesi olarak anlıyorum ben
bunu. Bu şuurdan da bir farkında olmayı, bir akılla tefekkürde bulunmayı anlıyorum. fiuur, bir arayıştır… Burada aynı zamanda sual sorulur. İnsanın kafasında birtakım acabalar
gündeme gelir. Bir yöneliştir… Hâdisatın arkasındaki temel hakîkati bulmaya çalışmaktır. Ama bu şuur, bir kere îmânla buluştu mu işte o zaman orada aranılmakta olan hakîkate ve
vahdet prensibine bir teslimiyet söz konusu olur. Dinamik bir biçimde aramakta olduğunuzu bir teslimiyetle bütünleştirdiğiniz anda da hakîkati açık ve dinamik olarak yaşamaya başlarsınız. O herhangi bir hakîkat değildir artık. Sizin kendi hakîkatinizdir ve kendi kendinize uyanışınızdır. Tefekkür, hem arayışı hem de bulunmuş olan hakîkate teslimiyeti dolayısıyla bir bütündür ve tevhid noktasından hâdiseye bakıştır. Burada ayırım yoktur. İşte o noktada insanlığın, aramakta olduğu önemli bir merhale, bir aydınlanma var.

Modern dönemlerde biz Batı tefekkürünün pençesinde kaldık. Sistemli bir düşünüş olduğu, bilimlerle buluştuğu ve teknolojik gelişmelere izin verdiği için. Fakat Batı tefekkürü insanın bu kendine has arayışını, insan olması bakımından kendine dönerek ama kendinden öteye geçemeden kalan arayışını nesnelleştirmiş, dolayısıyla bir mânâda yozlaştırmıştır. Âdeta aranılan o şey insanın bizzat yaşamak durumunda olduğu hakîkat değildir de dışarıdaki taş toprak gibi, bilimsel birtakım gerçeklikler gibi nesnel bir şeydir. Tasavvuf tam bu noktada insanı evvelâ insan olmak bakımından gündeme getirir ve insanı insan olmak bakımından öne aldığında da onu, Batı’nın modern dönemlerde yapmadığı, ihmal ettiği bir temel prensibe
yönlendirir. Bu, kendinden çıkarak, kendini kendine hapsetmeyerek Allah’a doğru yöneliş dinamizmdir. Yani bir tarafta insan olduğunuzu içten kavradığınızı, insan olmanın
en yüksek noktada duran bir değer olduğunu fark edeceksiniz diğer tarafta bu insanı kendi kendisine hapsetmemiş olacaksınız. Yani onu, temel ve tek hakîkat olan Hakk’a doğru
açacaksınız ve O’na doğru yönelişi çerçevesinde ele alacaksınız.

Batı’da, aydınlanma felsefesinden itibaren insanın insan olmak bakımından kendine bir özgüveni var. Yani Batılı insan
otoriteyi, dıştan gelebilecek olan bir baskıyı reddederek kendi özgünlüğünü ve kendi özerkliğini ortaya koymuş, diye düşünüyoruz. Bu özerklikte tek kaynak, akıl. İnsan, gerçekleştirmesi gerekenin ne olduğunu; aklın buyruğuna uyarak, akıl kriteriyle değerlendirerek fark etmiş olacak. Bunun bir başka adı da özgürlük. Eğer bu hâdiseyi tasavvuf açısından
yeniden değerlendirecek olursanız bir haklılık fakat aynı zamanda çok da büyük bir eksiklik görürsünüz. Tasavvuf, insanın yeryüzünde yaratılmış olan en yüksek varlık olduğunu
ısrarla söyleyecektir bize. Bizi her vesileyle İnsan-ı Kâmil’e doğru yönlendirecektir. Bize örnek olarak Hz. Peygamber’i gösterecek ve onun şahsında hakîkî mânâsıyla insanın ne demek olduğunu anlatacak. Yani insanı insana kavuşturacak.

Hatta bunu daha da derinlerde yapacak. Çünkü onu nesnelleştirmeyecek, kendisini kendisine buldurarak yapacak. İşte bu öyle bir Hakk şuurunu beraberinde getirecek ki Batı’da kendi
kendisine ve kendi özgürlüğüne mahkûm olmak demek olan insanlık, tasavvufta; kendinden dışarıya doğru çıkarak mavera ufkuna yönelmek olarak anlaşılacak ve böylece asıl özgürlüğün de böyle bir Hakk’a bağlanış olduğu ifade edilmiş olacaktır.

İnsan özgür mü ya da insan bağımlı mı sorusu Batı tefekküründe çokça gündeme getirilen fakat net olarak
cevaplandırılamayan bir sorudur. Meselâ aydınlanma felsefesi, ekzistansiyalist düşünürler açısından bakarsanız insan tam mânâsıyla özgürdür. Ama insanı toplumsallığına, tarihselliğine, iktisadiyatına indirgeyen görüşler açısından bakarsanız orada insan tam mânâsıyla bağımlıdır; zorunlu bir tayin edilmişlik içindedir. Batı tefekküründe bunun bir sorun olarak devam ettiğini düşünelim ve İslâm tasavvufuna gelelim. Ne biri ne diğeri… Öyle bir bağlanma, öyle bir teslimiyet ki işte asıl özgürlük orada. Ama öyle bir özgürlük ki özgürlüğe mahkûm etmiyor. Bugün özellikle I ve II. Dünya Savaşı’ndan başlayarak Batı tefekkürünün insan olmak bakımından kendi kendisiyle bir problemi vardır. Bunalımdadır. İnsan, pozitivizmin etkisi altında kendisini nesnelleştirmiştir. Yeryüzündeki fonksiyonunun ne olduğunun farkında değildir. Kardeşiyle barış kuramamıştır. Medeniyetinin şahikasında, bu medeniyetin ürünlerinin bir bakıma insanlığın mahvına neden olduğunu da görmektedir. Yüksek fizik biliminden Hiroşima’ya atılan atom bombasını çıkartmışsa, yüksek genetik bilgisini kullanarak insanlığı mahvedecek birtakım işlemler yapmaya yönelmiş ve etik anlamda da bunu gerekçelendirmeye başlamışsa yani kendini canavarlar yetiştirmeye uygun görebilmişse; makine medeniyetinin içinde âdeta bir dişliye indirgenen insanı gündeme getiriyorsa; bu medeniyet, dönerek kendini mahveden bir medeniyet demektir. Bunu fark etmekten doğan bunalımın acı etkisini kendi çerçevesinde yaşamaktadır ve bu hâl, insan-insan ilişkisinde çok büyük problemler çıkarmaktadır.

Oysaki tasavvufî düşünceyle yeryüzüne yöneldiğinizde öyle bir sıcaklığı kendinizden hareketle yaygınlaştırırsınız ki orada bütün insanlar birbirlerini tanımıyor olsalar da bir kardeşlik
içinde olacaklardır. Çünkü biraz evvel söylediğim, insanın kendi egosuna hapsedilmemiş olması sadece Allah’a, Hakk’a doğru bir yönelişi getirmiyor, aynı zamanda insanın insan
kardeşiyle olan ilişkisinde de bir sıcaklık kazandırıyor. Bu sıcaklık ona kendini bulduruyor. Yani tek başına olmadığını ancak ötekilerle beraber insan olduğunu fark ettiriyor. Çünkü burada ve orada aynı ilâhî özün, cevherin barınağı olan insanla karşılaşıyorsunuz. Bunlar, insan olmak bakımından ve ilâhî özün barınağı olmak bakımından aynı şerefe nail olmuş insanlar. O hâlde hepsi aziz ve hepsi bir başka açıdan benim bir parçam.

Batı tefekkürünün tıkandığı noktalardan bir tanesi de şudur: Modern döneme bazıları aydınlanma ile birlikte değerlendirirler. Yani 18-19. yüzyıl. Bazıları da 17. yüzyıldan itibaren başlatırlar. Bu, yeni bir felsefî cereyanın başladığı dönemdir. İnsanın insan olmak bakımından kendi kendisinin bilgi seviyesinde farkına vardığı bir dönem. İsterseniz Descartes’ı bunun ilk filozoşarından biri olarak değerlendirebilirsiniz. Fakat Descartes’ın bir özelliği dualist yani ikici olmasıdır. Nasıl düşünür Descartes? -o nasıl düşünmüşse bugün Batı hâlâ aynı düşüncenin sıkıntılarını yaşıyor- bir tarafta ruh öbür tarafta beden. Bir tarafta insan öbür tarafta dış dünya. Bir tarafta akıl öbür tarafta îmân. Hatta buna varlık ve bilgi üzerindeki değerlendirme açısından bakarsak; bir tarafta artı bir tarafta eksi, bir tarafta olumlu bir tarafta olumsuz, bir tarafta olması gereken doğrular öbür tarafta olmaması gereken yanlışlar… Şimdi, bu bir düşünme biçimidir. Ama bu düşünme biçimi sizin içinde bulunduğunuz hayatı her seferinde kırar ve şizofrenik bir bünye oluşturur. Hâlbuki İslâm’ın tevhid anlayışı bütün bu saydığım ya da sayamadığım kavramların tamamını bir bütünlüğe kavuşturur. Yani bir bütünün parçaları hâline getirir. O kadar ki artılar eksiler yoktur. Hakk ve Hakk olmayan vardır. Hakk olmayan da gerçekte olmadığına göre tek bir hakîkat vardır ve her şey onun tezahüründen ibârettir. İyi ve kötü de dahil olmak üzere. O hâlde bir tarafta artıyı bir tarafta eksiyi gören Descartes’a karşı isterseniz farklı bir şey söyleyen Hz. Mevlânâ’yı tekrar fark edelim, ki âyet-i kerimeye dayanacak sözü: “Nereye bakarsak orada Allah’ın ışığından başka bir şey yoktur.” Yeter ki hicabı kaldırıp onu görebilelim.