Art Unlimited Dergisi 49. sayısında (Ocak-Şubat 2019) derginin Genel Yayın Yönetmeni Merve Akar Akgün tarafından kaleme alınan, San Francisco, ABD’de yer alan De Young Museum’da gösterilmiş olan Contemporary Muslim Fashions (Çağdaş Müslüman Modaları) sergisiyle alakalı değerlendirme yazısı için Hocamız Prof. Dr. Kenan Gürsoy’la yapmış olduğu röportaj metnidir. Yazının tamamı için tıklayınız.
Amerika Birleşik Devletleri’nin en fazla ziyaretçi çeken altıncı müzesi olan ve Legion of Honor ile beraber Fine Arts Museums of San Francisco (FAMSF) çatısı altında buluşan De Young Museum, geçtiğimiz günlerde Contemporary Muslim Fashions adlı bir sergiye ev sahipliği yaptı. Jill d’Alessandro, Laura L. Camerlengo ve Reina Lewis’in küratörlüğünde gerçekleşen ve gösterişli kıyafetlerden mütevazı spor giyime çağdaş video sanatından müzik kliplerine kadar geniş bir yelpazede günümüz Müslüman kadınlarının dünyasına ayna olmayı hedefleyen sergiyi Merve Akar Akgün değerlendirdi
Geçtiğimiz Eylül ayında San Francisco’da açılan Contemporary Muslim Fashions sergisi Dünya üzerinde bugün sayıları bir milyardan fazla olan Müslüman kadının giyim zevklerini daha yakından tanıyabilmek ve son dönemlerde -özellikle sosyal medya üzerinde- ön plana çıkan yeni İslami yaklaşımları bir araya getirerek duruma makul bir izah getirmeyi, bu kadınların görüşlerini, stillerini anlamayı ve İslam dünyasının sıra dışı moda kodlarını paylaşmayı hedefliyor.
…
Uzun yıllardan beri Müslüman olarak yaşamış bir toplumdan, kendi iç evriminden sosyalleşerek bugüne gelmiş, okumuş yazmış, farkında olarak yabancılaşmamış bir çevreden gelen biri için bu sergi şaşkınlık verici olabilir. Moda ve etrafında şekillenen tüketim zinciri nasıl olur da bir din üzerinden çağdaşlaşabilir? Özünde tam da uzak durması öğütlenen şeylerin aksini uygulayan bir inanç sistemi nasıl böyle temsil edilebilir?
Bu sorularımı egzistans felsefesi, fenomenoloji, etik, mukayeseli dinî etik ve Tasavvuf alanlarında çalışan Galatasaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Eski Dekanı ve Felsefe Bölümü Eski Başkanı Prof. Dr. Kenan Gürsoy ile paylaştım. Bugüne kadar bildiklerimle, on bir bin kilometre ötede gördüklerim arasında yaşadığım şaşkınlıkları anlattım.
Kenan Gürsoy öncelikle sorunsalı ortaya koyarak söze başladı:
İslam’ın moda üzerinden anlaşılabilecek olma ihtimali temel İslami motiflere uygun olabilir mi? İslamiyet tevazu, gösterişsizlik, ölçü noktasında olmak, mümkün olduğu kadar aşırı görünür olmamak gibi davranışlarla temsil edilen bir değer alanı ise böyle bir sergi onu ne kadar yansıtabilir? Burada bir çelişki yok mu?’ diye soruyorsunuz. Ölçülülük söz konusu olduğunda, şaşkınlık yaratan tezahürler olduğunu fark ediyorsunuz.
Ardından Gürsoy konuyu biraz daha açarak daha önce görev yaptığı bir üniversitede bu sorunsaldan rahatsızlığını ifade eden bir öğrencisinin sırf modaya ilişkin aşırı tezahürler dolayısıyla tesettürden çıkma ihtiyacı duyduğundan bahsetti.
Bu manada, öncelikle, şu veya öteki şekilde giyinmek veya giyinmemek dinin zorunlu olarak beyan ettiği bir şey değildir diye düşünüyorum. Bir zamanlar siyasi ve sosyal krizler çıkartacak şekilde kadınlar için başörtüsü gündemdeydi. Şunu kabul edelim ki bir kadın için başörtüsü dini gelenekliliğin kendisini ifade ettiği bir sembol olmakla beraber, dinin üzerinden tanımlandığı bir ana değer olarak ele alınamaz. Zira hadislerden de anlaşılacağı üzere dinin direği salat, yani namazdır. Bunun anlamı her daim Allah’a yönelerek yaşamaktır. Bununla beraber başörtüsü eğer Müslüman olunduğu için, o Müslümanlığın yaşandığı bir gelenek çerçevesinde düşünülecek olursa kişinin kendini bu yolla ifade etme hakkı vardır. Buna üstelik de şiddet kullanarak karşı koymak onun bu hakkını tanımamaktır. Başkalarına bunu empoze etmediği takdirde bu laikliğin bizzat kendisi olabilir. Örtünmek dinidir, şu anlamda ki din adına benimsenmiş olan bir geleneğin içinde var olabilen bir özelliktir. Ayrıca farklı bütün dini geleneklerde de şu veya bu şekilde kendini gösterebilir. Bu şekilde ele alış kıyafetteki çeşitliliğe engel teşkil etmez. Ancak aykırılıklara mekan olabilecek, ölçülerin aşırı derecede aşıldığı bir ortam, zorunlu olarak, o dine ait olamaz diye düşünüyorum. Ölçü, farklılıkları ve renkleriyle müşterek bir toplum yaratacak şekilde orada olmalıdır.
Bu ölçülülüğün yaşandığı bir topluluğu Bulgaristan, Filibe’de gördüğü bir tablo üzerinden anlatıyor. 1870’lerin Filibe ahalisini anlatan kocaman bir tablo içinde yer alan müderrisler, fesliler, memurlar, köylüler, şehirliler, din adamları, dervişler, hahamlar ve papazların bir arada bulunduğu bu topluluğu oluşturan bireylerin farklılıklarının bir tezat oluşturmadığından ve ancak bu şekilde bütünlüklü olabileceklerinden bahseden Gürsoy kültür ve İslam arasındaki ilişkiye dair şöyle bir harita çiziyor:
Tarih boyunca içinde yer aldığımız örflere, sosyal alışkanlıklara, antropolojik yapıya ilişkin giyim tarzlarını dindarlığımızın bir özelliği olarak düşündük. Dindarlığı adeta bunlara indirgedik. Esasında İslam’da ‘işte bu İslamî’dir,’ denecek bir moda yoktur. Ya da moda biçimden çok, bir ‘tavır’ kavramı üzerinden değerlendirilebilir. İlgili ahlak sistematiğinin ön görebileceği, ilham verebileceği tek bir biçim ya da biçimler değil bir tavır olmalıdır. Tavır kelimesini bilerek ve yanlış yapıyor olarak da kullanırsam; Müslüman toplumlarda, cari olan bir üst modayı yaşamak adına, Müslüman kadın veya erkeğin bir tavrı vardır. Tıpkı hayatın diğer alanlarında olduğu gibi… ‘İslam’ın ön gördüğü bir moda var mıdır?’ diye sorarsak, yanılıyor olabilirim ama benim kanaatime göre, İslam’ın temel ahlaki değerlerini ön planda tutan bu tavır işte modadır. Her toplum, her dönem, her coğrafya, her iklim bu tavrı kendine göre ayarlayabilir. İtidal (ölçü) esastır.
Diğer yandan Gürsoy ile birlikte sergi kataloğunu incelediğimizde kadın ve sosyoloji ilişkisine dair meseleleri konuşuyoruz. Tam da bu diyaloğun ortasında, olgusal temelleri olan bir mevzu açılıyor:
Böyle bir sergi yapılıyor olması, kadını kapitalist yaklaşımların bir konusu olarak devreye sokuyor olabileceği gibi diğer bir yandan çok daha önemli bir konuyu dile getirmesi bakımından dikkat çekicidir: Kadının toplumsal yapıdaki görünürlüğünü fark ettirmek. Kadın, bütün bu bahsettiğim hususlar çerçevesinde, kadın olmak bakımından, toplum içindeki kadınlığı itibariyle kendini sıfırlamak ve örtmek durumunda değildir. Tam tersine ‘Ben varım’ demek durumundadır çünkü onun temsil ettiği bir değer vardır. Bir kadının ortaya koyacağı bir insanlık hali vardır. Özellikle içinde yetiştiğim dindar olmakla beraber çağdaş ve toplumsal gereklerle bütünleşmiş muhitin kadın anlayışı bakımından ele aldığımda bunun inanç seviyesinde önemli olduğunu düşünüyorum. Kadının, fonksiyonuna sahip çıkması; bu fonksiyon çerçevesinde bilinir ve saygın olması, bu fonksiyonu gerçekleştirmek adına sosyal şartların hazır olması gereklidir. Kendisini kapatmak ve saklamak onu gayri şahsileştirir. Müslüman kadınının hem kendini ‘şahsiyet’ olarak o toplumda ifade etmesinin asli bir tavır itibariyle gerekli olduğunu düşünüyorum, hem de kadınlık fonksiyonunun hissedilebileceği bir kadınlık tavrı içinde olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun aksi, bana kalırsa gayri İslamidir. ‘Kadının adı yok’ diye yazıldı; kadının fonksiyonu yok, kadının değeri yok, kadının yeri yok… Böyle bir Müslüman toplum olamaz. Belki de içinde bu tip teklif ve tasarımların yer aldığı sergiler, evrensel bir yol gösteriş itibariyle anlamlı ve etkili olacaktır.
…